Doğu Ekspresinde Cinayet / Murder on the Orient Express (2017) Eleştirisi


Ünlü polisiye yazarı Agatha Christie'nin belki de en popüler eseri olan Doğu Ekspresinde Cinayet (Murder on the Orient Express), Sidney Lumet imzalı 1974 yapımı sinema uyarlamasından sonra bir kez daha beyazperdede. Bu kez direksiyonun başında Shakespeare yapımlarının aranan ismi Kenneth Branagh var.

Christie romanlarının en önemli özelliği hikayede fazlaca karakterin yer alması ve dedektifin suçluyu açıkladığı ana dek adalet ibresinin bu karakterler üzerinde dönüp durmasıdır. Okuyucu roman boyunca dedektifle birlikte kanıtları inceler ve katilin kim olduğunu bulmak için sürpriz finale kadar debelenir durur. Çünkü herkes şüpheli pozisyonundadır. Bana göre Agatha Christie romanlarının en büyük becerisi tam da burada yatıyor. Daha en baştan katilin hedefimizdeki insanlardan biri olduğunu biliyoruz ve her karaktere aynı mesafede yaklaşıp huzursuzca açığını arıyoruz. Ama buna rağmen en sonunda yine şaşırıyor, dedektifin bu beklenmedik sonuca nasıl vardığını hayranlıkla takip ediyoruz. Bu açıdan böylesi hikayelerin sinema uyarlamalarında oyuncu seçiminin ne kadar önemli olduğu aşikar. Branagh'ın son model Doğu Ekspresinde Cinayet'inde bu işin başarılı yapıldığını söylemek gerek. Aynı 1974 yapımı filmdeki gibi şüpheliler için yıldız oyuncular seçilmiş ve böylelikle seyircinin karakterler üzerindeki ilgisi arttırılmış.

Johnny Depp, Judi Dench, Michelle Pfeiffer, Willem Dafoe, Penelope Cruz, Derek Jacobi, Josh Gad, Daisy Ridley, Olivia Colman ve Leslie Odom Jr. beklendiği üzere göz dolduruyorlar. Ama bence buradaki asıl alkışı özgün Hercule Poirot yorumuyla Kenneth Branagh hak ediyor. Çok konuşulan bıyığı, Belçikalılara özgü müthiş Fransız aksanı ve aşırı titizliğiyle neredeyse tek kişilik Poirot şovu izliyoruz bir yandan. Diğer yıldız isimler de bu şovda cameo yapıyorlar sanki. Bu arada ünlü dedektifin görünüşü kaynak eserde tasvir edilenden bir hayli farklı. Bununla ilgili bir kaç tane olumsuz görüş de okudum aslında. Ancak uzun yıllar "Agatha Christie's Poirot"da ünlü dedektifi adeta kitaptan fırlamışcasına canlandıran David Suchet ile karaktere yeteri kadar sadık kalındığını düşünüyorum. Kaldı ki betimlemelere uygun olan kim gelirse gelsin Suchet'den öteye gitmesi imkansız gibi bir şey olurdu. Bu sebeplerden ötürü Poirot'nun görünüşünün yeniden yorumlanmasını gayet olumlu karşılıyorum.


Ünlü dedektifteki değişim sadece görüntüyle sınırlı değil. Senaryo, Belçikalı dedektifi kitaptan birebir aktarmamayı ve karaktere yeni bir boyut kazandırmayı tercih etmiş. Koyu Poirot hayranları karakterin bir tık fazla karikatürize edildiğini düşünebilir belki ama ben Michael Green'in senaryosundaki Poirot'yu da son derece ilgi çekici buldum. Çünkü Christie'nin romanında dedektifimiz herhangi bir karakterizasyon gelişimi yaşamazken, Green'in Poirot'su basbayağı bir değişim geçirdi. Filmin başında "Bir şey ya doğrudur ya da yanlış." düşüncesiyle hayatına yön veren Poirot, cinayet üzerindeki karanlığı aydınlattığında her şeyin siyah veya beyazdan ibaret olmadığını görüyor ve hayatında ilk kez çok ciddi bir karar vermek zorunda kalıyor. Bu noktada dedektifin adalete olan saplantısı sonucu yaşadığı ikilem Victor Hugo'nun Sefiller'indeki polis müfettişi Javert'i anımsatıyor. Poirot'nun iç hesaplaşması, Javert'inki gibi hazin bir sonla bitmiyor belki ama yine de etkileyici olduğunun altını çizmek gerek.

Bu etkileyicilik ise mevzubahis davanın arkasında yatan Armstrong trajedisinin perdeye başarılı bir şekilde yansıtılmasıyla sağlanıyor bence. Özellikle Michelle Pfeiffer'ın finaldeki performansıyla seyircinin direkt olarak kalbine dokunmayı başarıyor film. Ve bu da Poirot'nun motivasyon değişimini inandırıcı kılıyor. Belki biraz alakasız olacak ama Batman Returns'ten seneler sonra Pfeiffer'ın canlandırdığı bir karakterin, filmin kahramanına siyah ve beyazın arasında grinin olduğunu göstermesi finalde "İŞTE CATWOMAN!" diye tepinmek istememe yol açtı. Yine Armstrong trajedisi üzerinden gidersek, hikaye boyunca sık sık karşımıza çıkan flashback sahnelerini filmin atmosferiyle pek uyumlu bulmadığımı söylemeliyim. Zaman zaman hafiften de olsa "kara film" tadı verse de genel olarak siyah-beyaz renk tercihi sıradan geldi gözüme. Yalnız şunu da eklemek lazım, gizemin çözüldüğü bölümde -özellikle Cassetti'nin öldürüldüğü kısımda- Patrick Doyle'ın etkileyici müzikleriyle birlikte flashbacklerin de albenisi arttı. 


Kitabı okuyanlar hatırlayacaktır. Romanda Hercule Poirot ve Albay Arbuthnot arasında alttan altta hissedilen bir gerilim vardı. Hatta bu gerilim Poirot'nun Mary Debenham'ı sorgulamasından oldukça rahatsız olan Arbuthnot'un dedektife "Seni küçük pis domuz!" diye bağırmasıyla iyice ayyuka çıkıyordu. Filmdeyse Albay'ı doktor olarak görüyoruz. Yapımda yer almayan ama romanda cesedi inceleyen karakter olan Doktor Constantine'in bu görevi ona atfedilerek Arbuthnot'un işlevi arttırılmış. Senaryoda da Poirot ile arasındaki gerilime yer verilmiş, hatta bu görsel ve duygusal açıdan daha tatmin edici bir sunumla gerçekleştirilmiş. Tabii bu, seyirciyi görsel olarak tavlamak için yapılan tek hamle değil. Mesela sorgulama sahneleri romandaki gibi baştan sona restoran vagonunda geçmiyor. Her bir şüpheli için trenin ve çevresinin farklı bölümleri kullanılmış. Mary Debenham ile yapılan mülakatta senaryonun bunu bir nedene bağlaması hoşuma gitti. Burada görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos'a bir parantez açmak gerekiyor bence. Lokomotifin dar kısımlarında yaptığı tepeden çekimlerle diyalogların yoğun olduğu sahnelere estetik katmış. Bunun haricinde zaman zaman içeriden zaman zaman da yıldız oyuncular kompartımanlarında sıralanmışken trenin dışından yapılan tek plan çekimler takdire şayandı.

Bazı yerlerde CGI sırıtsa da göze son derece hoş gelen renk paleti ve Alexandra Byrne'ın başarılı kostümleriyle filmin atmosferinin çok iyi yaratıldığını düşünüyorum. İlk saniyeden son kareye kadar da bu şıklık sürüyor. Şimdiye kadar İstanbul'un Hollywood yapımlarında Arap şehriymiş gibi tasvir edilmesinden şikayetçi olurduk, neyse ki Doğu Ekspresinde Cinayet bu talihsizliği göstermiyor. Filmde 1934'ün Türkiye'sindeki insanlar fes değil şapka takıyor ve modern kıyafetler giyiyorlar. Bunun yanında şehir bir hayli kalabalık ve arkada hep CGI destekli bir camii manzarası var. Mekanlar ne ölçüde gerçekçi tasarlanmış bilemem ama oluşturan tablo genel anlamda şık duruyor. Söz konusu tutum Patrick Doyle'ın müziklerinde de kendini belli ediyor. Bu tip sahnelerde defalarca şahit olduğumuz oynak Orta Doğu müzikleri yerine şehrin kendine özgü çoklu kültürel yapısını çağrıştıran bir parça kullanılmış. Aradaki farkı Kudüs sahnelerinde çalan "The Wailing Wall" ve İstanbul'da çalan "Jaffa to Stamboul"u karşılaştırarak en iyi şekilde görmek mümkün.


Doyle çok beğendiğim bestecilerden birisi olmuştur hep. Senaryoyu gayet iyi anladığını göstermesini biliyor her işinde. Filmimizde de mekanların farklılığını ve Armstrong trajedisini notalarıyla oldukça güzel besliyor. Finalde Poirot'ya üzülmemizi sağlıyor ve Michelle Pfeiffer'ın oyunculuğuyla duygusal bir uyum yakalıyor. Bu arada soundtrack albümünde filmin end credits'inde de çalan, Pfeiffer'ın seslendirdiği "Never Forget" isimli harika bir yeni şarkı var. 

Kısaca Doğu Ekspresinde Cinayet (Murder on the Orient Express), kitabın ruhuna sadık ama yeni şeyler söylemekten de çekinmeyen bir uyarlama olarak karşımıza çıkıyor. Birebir uyarlamalardan pek hazzetmeyen biri olarak senaryonun yaptığı eklemelere bilhassa Poirot'nun karakter gelişimine kocaman bir artı veriyorum. Etkileyici finaliyle de baştan sona güzel gözüken bu filmin taçlandırıldığını düşünmekteyim. Poirot'yu içimiz buruk bir şekilde Brod istasyonunda bıraktık belki ama Nil'den gelen çağrıyı hatırlayıp olası bir devam filmi için umut tazeleyebiliriz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Sherlock Holmes İncelemesi

Bu "The Batman" Bir Başka