Bu "The Batman" Bir Başka
Çok değil geçen yılın son aylarında Ben Affleck, The Accountant'ın tanıtımı için verdiği bir röportajda o dönem senaryosunu yazmakta olduğu Batman filminden "The Batman" diye bahsedince ortalık çarşamba pazarına dönmüştü. Her yerde projenin adının "The Batman" olacağı yazıyordu artık. Kısa bir süre sonra Affleck, verdiği bir başka röportajda filmin resmi adının öyle olmadığını, şimdilik projeye öyle dediğini kesin bir dille açıklamıştı. Ancak kulaklar o ismi duymuştu bir kere. Kaldı ki yapımın DCEU'nun ilk solo Batman'i olacak olması bu sade adı mantıklı kılıyordu. Dahası Affleck'in genel olarak adet edindiği çelişkili açıklamaları her ihtimalin mümkün olduğunun bir göstergesiydi ve de halen yeni bir başlık ortaya atılmamıştı. İşte böyle sebepler yüzünden bu isim filmimizin üstüne yapışıp kaldı. Fakat burada konumuz Ben Affleck değil. Evet, The Batman'den bahsedeceğim ancak odak noktamız 2004-2008 yılları arasında aynı isimle yayınlanan bir çizgi dizi olacak.
80'li ve 90'lı yıllarda uyarlama çizgi diziler şimdiye oranla sadık işlerdi. Kaynaklarının özünü iyi anlamışlardı. Karakterler detaylı, abartıdan uzak, göze hoş görünen çizimlerle ekrana geliyordu. Ve en önemlisi bu dönem çizgi dizilere şov değil dizi mantığı hakimdi. Her bölüm farklı maceralar anlatılırdı ancak devamlılık olmazsa olmaz bir özellikti. Bir hikaye o bölümde yarım kaldıysa ve sonunda "to be continued" yazısı belirdiyse bilin ki izlediğimiz öykü önemliydi. Sezon içinde ufak ufak verilen ipuçları sezon finaline evrilip ana büyük tehlike olabilirdi. Yeni bir yüzyıla girilmesiyle birlikte bu anlayış değişmeye başladı. Artık günümüzde işin şov kısmı daha ön planda. Öykü ve devamlılık gibi unsurların yerine aksiyon ve komedi baş üstünde tutuluyor. Bölüm süreleri bile pek çok açıdan hızlanan hayatlarımıza adapte edilip 20 dakikadan 10 dakikaya düşmeye başladı ve bir çırpıda tüketilebilecek bir yayın anlayışı ortaya çıktı. Böylelikle o eski ruh da kayboldu. Anlatmaya çalıştığım bu farkı Batman: The Animated Series ve Teen Titans Go!'yu karşılaştırarak daha net görebilirsiniz. Gerçekleşen bu değişim süreciyse 90'ların sonları ve 2000'lere denk geldi. Bu dönem çizgi diziler yapı olarak eski tarz yapımlara daha yakındı ancak gerek animasyon kalitesinde gerek öykülerde birşeylerin değişmeye başladığı bariz hissediliyordu. Eskiler gibi kaynağa sadık değillerdi. Milenyumun etkisiyle Sherlock Holmes in the 22nd Century gibi daha teknolojik ve alternatif olmayı tercih eden diziler türemişti. İşte The Batman tam da bu geçiş döneminin özelliklerini bağrına basan bir çizgi dizi. 1992'den beri devam etmekte olan DC Animated Universe'ten ayrı olarak kendi evreninde geçiyor. Ve ilerledikçe dahil edebildiği kadar karakteri evrenine katıyor.
İlk bakışta çizimler tanıdık gelebilir. Zira 2000-2005 yılları arasında yayın hayatını sürdüren ve bir zamanlar bizde de Star TV ekranlarında yayınlanan Jackie Chan Adventures'ın karakter tasarımcısı Jeff Matsuda'nın dizayn ettiği bir yapım bu. İki dizinin de atmosferi birbirine yakın çizgilerde. Özellikle Bruce Wayne ve Jackie Chan arasındaki hafif benzerlik dikkat çekici. Dediğim gibi artık çizgi dizilerin güvenli sularda dolaşmayı bıraktıkları bir dönem bu. Bu yüzden düşman tasarımları gerçekçilikten daha uzak ve renkli. Mesela karşımızda bambaşka bir Joker tasarımı var. Deliliğinin dış görünüşünü etkilediği bu kadar abartılı bir Joker'i başka yerde görmeniz zor. Bir başka örnek ise Bane. Damarlarına o meşhur serumunu basmadığı zamanlarda siyahlar içinde bir suikastçiyken, Venom'u kullandığında kırmızı, sarı ve siyah renklerin hakim olduğu gerçek bir deve dönüşüyor. Ama korkuya mahal vermeyelim çünkü Matsuda, elinde neyin olduğunu unutmuş değil. Bazı abartılı tasarımlara rağmen Kara Şövalye'nin ve Gotham'ın ağırlığına sahip bir atmosfer var. İnsanların, bilhassa polislerin dizaynı çok başarılı. (The Batman, The Brave and the Bold ve Beware The Batman gibi Bruce Timm'in parmağının olmadığı işlerde bile bir şekilde onun etkisini hissedebiliyorsunuz.) Ana karakterimize gelecek olursak, Jeff Matsuda, o yıllarda devam etmekte olan Justice League dizisinde Batman'in uzun kulaklarının olması sebebiyle kısa kulaklara yönelmiş. Bunun haricinde kostümü daha işlevli kılmış, eldivendeki parmak uçlarını sivriltmiş ve pelerini bir hayli uzun tutmuş. Robin ve Alfred, Batman'e göre biraz daha klasik ama bütünle son derece uyumlu. Batgirl ise tam bir facia.
The Batman'in bir başka özelliği ise bolca teknolojik araç-gereç görmemiz. Mevzu Batman olunca bunun ne kadar zengin bir malzeme sunacağı zaten apaçık ortada. Batarang'ler hiç olmadığı kadar yüksek teknolojiye sahip. Aynı şekilde iki buçuk sezon boyunca kullanılan ilk Batmobile, çok işlevli bir yarış arabası görünümünde. Burada en çok sevdiğim şey Batman'in bütün aletlerinin ve araçlarının bir fabrika yapımı gibi görünmesi. Bruce Wayne'in bunlara bir servet harcadığı belli oluyor yani. Dizi bu yönüyle de oldukça gerçekçi. Ayrıca her zaman gördüğümüz klasik Batman kostümünün yanı sıra Bruce'un zorlu şartlara ve düşmanlara göre hazırladığı çeşitli tasarım harikası kostümü de görebiliyoruz. Mr. Freeze'le kapışmak için giydiği bembeyaz Anti-Freeze suiti ya da su altında geçen bir Killer Croc dövüşünde giydiği Bat-Bot suitine hayran olmamak mümkün değil. Ayrıca söylemeden edemeyeceğim ikinci Batmobile de çok havalı. Çizgi dizilerde bu tip hamleler genelde daha fazla oyuncak satmak için yapılır. Ancak burada olan şey Batman Unlimited'taki kadar kör göze parmak değil. Aksine bir mantığa sahip ve döneminin animasyon modasıyla iyi harmanlanmış. Öyle ki bu beş sezon içinde klasik Batman kostümü de yenilense kimse hayır demezdi herhalde.
Aksiyon modası demişken dizimizin arada geçen 10 yılı da göz önünde bulundurarak Batman TAS'den daha başarılı dövüş sekanslarına sahip olduğunu belirtmek gerekir. Hemen ilk bölümden her zamankinden farklı bir şeyler izlediğinizi anlıyorsunuz. Arkham Akıl Hastanesi'nin koridorunda gerçekleşen kavganın duvardaki yansımasını izliyoruz bir süre mesela. Dövüşler çok daha hızlı, estetik ve dinamik. Batman'i, her hareketin ince ince planlanarak animasyonlaştırıldığı bir dövüşün içinde izlemek çok keyifli. Dahası yarasanın kendine özgü dövüş stili olması da pek çok yeni cool hareketi açığa çıkarmış. Özellikle uzun pelerinini eliyle savurup karşısındaki düşmanı sararak kendine çektikten sonra ona yumruk atması favorim. Ancak aksiyonu daha keyifli kılmak için yapılan garip hamleler de yok değil. Mesela Penguen, inanılmaz bir dövüş yeteneğine sahip. Dizi bunu da bir mantığa oturtuyor ancak o fizikte birisinin öyle dövüşmesini beklemek zor.
Günümüz süper kahraman çizgi dizilerinde işin kahraman yönü daha öne çıkmaya başladı. Eskisi gibi karakterlerin gerçek kimliklerini kostümlü halleri kadar göremiyoruz. Bence bu gerçekçiliği zedeleyen bir durum. Batman: The Brave and the Bold gibi iyi yapıldığı yerler yok değil ancak genel çerçevede bu, çizgi dizilerin gitgide şova dönüşmesinin bir etkisi. The Batman bu dengeyi başarılı bir şekilde yakalamış, aslında Bruce Wayne'in hikayesini anlattığını unutmamıştı. Dizimiz henüz kostümü giyişinin üçüncü yıl dönümünde olan Kara Şövalye'nin erken dönem maceralarıyla başladığı için ilk sezonda Bruce'un gerçek hayat ve kahraman hayatı arasındaki bocalamalarına şahitlik ediyoruz. (Söz konusu bocalamayı görmek isteyenlere dizinin yedinci bölümü olan The Big Heat'i öneririm. Firefly'ın kötü adam olarak harikalar yarattığı bu macerada Bruce, Gotham'ın yeni belalısını yakalamak için uğraşırken bir yandan da günlük hayatında zamanla yarışıp aile mirasına layık olmak için savaş veriyordu. Bir diğer örnek olarak ise beşinci bölüm olan The Big Chill'i verebilirim. Bu hikayede Victor Fries Batman'den kaçarken bir talihsizlik sonucu Mr. Freeze'e dönüşünce Bruce kendini suçlu bulup hareketlerini sorgulamaya başlamıştı.) Ancak gençliğin getirdiği deneyimsizlikle olan bu mücadele, Geoff Johns'un Earth One'da karakteri alabildiğine beceriksizleştirdiği o sevimsiz seviyede gerçekleşmiyor. Aksine onu yücelten, kutsayan bir yapım var karşımızda. Bu noktada 4. sezonun yedinci bölümü Artifacts, Batman'i seviyorsanız asla ama asla kaçırmamanız gereken bir başyapıt.
Alfred'in benim için önemi her zaman büyüktür. Olduğu her hikayede Bruce ile olan ilişkisine sanki bir zorunlulukmuş gibi dikkat ederim. The Batman'in en iyi yaptığı işlerden bir tanesi de tam olarak bu. Bruce ve Alfred ilişkisi yer yer Batman: TAS'deki gibi daha standart bir yol izlerken yer yer Christopher Nolan'ın üçlemesinde gördüğümüz ilişkiye çok yakın bir yerde duruyor. Alfred soğuk espriler yapan bir uşak olmaktan çıkıyor ve Michael Caine tarzı bir babacanlık gösteriyor. Dizinin ikinci hikayesi Traction bu durumu en iyi anlatan bölüm olabilir. Yıllar sonra The Dark Knight Rises'ın da aynı perspektiften yorumlayacağı Knightfall'a ciddi göndermeler yapan hikayede Bruce, şimdiye kadar karşılaştığı en güçlü düşmanla uğraşırken hem fiziksel hem de psikolojik olarak eziliyor, Alfred'in korumacı kişiliğiyle bir çatışma yaşıyordu.
Belki devamlılık meselesine takıntılı olduğumu düşünebilirsiniz. Düşündüyseniz de haklısınız. The Batman'de öyle tatlı bir devamlılık var ki beni benden alıyor. Olaylar yavaş yavaş gelişiyor ve her yeni eşikte tüyler diken diken oluyor. Mesela ilk iki sezon boyunca polis Batman'in peşinde. Bruce bir bir ortaya çıkan kötüleri yakalamaya çalışırken ensesinde nefesini hissettiği dedektiflere de yakalanmamak için bayağı bir çaba sarfediyor. Bu gerilim bölümlere çok iyi yedirilmiş. Komiser Gordon'dan ise henüz eser yok. Frank Miller'ın ölümsüz eseri The Dark Knight Returns'te karşımıza çıkan Ellen Yindel'den esinlenilen dedektif Ellen Yin ile Batman arasında alttan alttan bir ittifak doğuyor bu süreçte. 3. sezonda Gordon'ın Gotham'a gelmesiyle de artık işler değişiyor. Kara Şövalye'nin yasadışı bir varlıktan polisle birlikte hareket eden bir halk kahramanına dönüşmesi adeta şiir gibi ilerleyen bir hikayede sunuluyor seyirciye. Ve bu devamlılık sayesinde dizi, DCAU'nun 14 yılda yarattığı dünyayı tek başına kurmak gibi oldukça zorlu bir işe girişerek Batfamily'den Justice League'e kadar kendi evrenini başarıyla genişletiyor.
Bu başarının en büyük kaynağı ise özgünlük. Dizi yıllardır hayranlarla buluşan öyküleri ve karakterleri birebir olarak anlatmıyor. Kendi farkını ortaya koymasını biliyor. En dikkat çekici tercihlerin başında ise Batgirl'ün Robin'den önce ortaya çıkması var. Bunun sebebi ise Robin'in o sıralarda yayın hayatını sürdürmekte olan Teen Titans'ta (2003-2007) kullanılıyor olması. The Batman ve Teen Titans, her ne kadar çizimleri birbirine benzese de aynı evrende geçmiyor. Buna rağmen yapımcılar Robin'i iki ayrı dizide kullanmak istememişler. Zaten devamlılık açısından baktığımızda Gotham'a yeni taşınan Gordon'ın, kızını beraberinde getirmesi ve Barbara'nın şehrin koruyucusu Batman'den etkilenmesi mantıklı da bir hamle. Nihayetinde Titans beşinci sezonunun ardından iptal edilir edilmez Robin, Grayson'ların sonunu anlatan muhteşem bir bölümle (A Matter of Family) ekibe katılıyor. Böylelikle gittikçe şenlenen Bat-Cave'in yeni müdavimleri arasında yaşanan çekişmeler diziye hoş bir tat getiriyor.
Dizinin ilk sezonu, Batman Begins'le aynı seneye denk geldiği için filmde kullanılan düşmanlar çizgi dizide kullanılmadı. Ancak onları aratmayacak kadar çok düşmanla karşılaşmak mümkün. Bazı kötülerin arka planları bildiklerimizden çok farklı. Batman TAS'inkiler kadar kalıcı olmadılar belki ama gayet kabul edilebilir hamlelerdi. Önceki paragrafta bahsettiğim özgünlüğe de oldukça güzel hizmet ettiler. Beni burada rahatsız eden şey ise Joker'in gereğinden fazla kullanılması. İlk sezonda Ethan Bennett'ın dramasında oldukça etkili bir karakter olarak yer alsa da gittikçe eski eğlencesi kayboldu ve birkaç bölüm dışında zorlama öykülerle yoluna devam etti. Penguen için de benzeri şeyler söylenebilir aslında. Görece geri planda duran düşmanlara yoğunlaşsalardı daha harika işler ortaya çıkabilirdi. Kaldı ki bunu Hugo Strange'le yaptıklarında ağzımızın suyu aktı.
The Batman hakkında birbirinden farklı yorumlar duymanız olasıdır. Daha alternatif bir iş olduğu için dizi üzerinde Batman TAS'deki gibi ağız birliğine pek varılmaz. Ancak herkesin hemfikir olduğu bir konu var ki o da başta intro olmak üzere müziklerin kalitesi. Zamanında Batman Forever için "Hold Me, Thrill Me, Kiss Me, Kill Me" şarkısını besteleyen ünlü rock grubu U2'nun bir üyesi olan Edge'in (David Howell Evans) hazırladığı gitar temalı intro müziği tek kelimeyle muhteşem. Sahnelerin içinde de sık sık duyabileceğiniz bu muazzam gitar tınıları diziye öyle bir hava katıyor ki projenin en akılda kalıcı unsurları oluyorlar. Müzikleriyle bu kadar uyum içinde olan çizgi diziler pek kalmadı artık, değerini bilmek lazım. Üçüncü sezonda Komiser Gordon ve Batgirl'ün hikayeye girişiyle beraber dizide yaşanan değişim intro müziğinde de kendini gösteriyor. Pek çok Warner Bros animasyonunun müziklerini besteleyen Andy Sturmer'ın Batman 66 esintili notaları intro müziği olarak kullanılıyor. Morton Stevens'ın Hawai Five-O temasıyla da bir hayli benzeşen bu hareketli müzik ayrıca favorilerim arasında. Seslendirmede ise ana kadronun dışında Adam West'ten Kevin Conroy'a, Frank Gorshin'den Mark Hamill'e kadar Batman dünyasının efsane isimleriyle karşılaşmanız mümkün.
Son olarak şunu söylemek isterim ki DCAU'daki evren yapılanmasına ve devamlılığa hayransanız The Batman uzun zamandır aradığınız şeyin ta kendisi. Hepimizin çok sevdiği Batman TAS'e modern bir alternatif. Birbirinden kötü çizgi dizilerin ardı arkasının kesilmediği şu günlerde on yıl öncesinin ruhunu taşıyan bir ilaç. Hiç izlemediyseniz mutlaka bir şans verin. Evreni severseniz de diziden uyarlanan The Batman vs. Dracula (2005) filmine bir göz atın. Akıllara zarar twistine rağmen gayet keyifli vakit geçirebilirsiniz. Bu da kesmezse 50 sayılık The Batman Strikes! sizleri bekliyor.
Yorumlar
Yorum Gönder