SPECTRE - Geçmiş Bond'un Peşinde

Not: Spoiler içerir.

İngiliz gizli servisi MI6'in 007 numaralı ajanı James Bond, aradan geçen 3 yıldan sonra tekrar sinemalarımıza konuk oluyor. Hatırlarsanız, 2012'de yani Bond'un sinemadaki ilk ziyaretinin 50. yılında vizyona giren Skyfall'un hem eleştirel hem de gişedeki başarısı, serinin yeni filmi için hiç olmadığımız kadar heyecanlanmamıza yol açmıştı. Film Bond'u köklerine döndürmüş, bir adamın 50 yıllık maceralarının neden hala devam ettiğini ve etmesi gerektiğini başarılı bir şekilde göstermişti. Kuşkusuz burada en büyük pay yönetmen Sam Mendes'indi. Casino Royale ile öyküyü baştan alan ve Quantum of Solace'ta çok fena çuvallayan seriyi ipten alıp Bond'un ezeli hayranlarına orgazm yaşatan, yeni seyircilere karakterin kim olduğunu gösteren bir gişe canavarına dönüştürdü. 5 dalda Oscar adaylığı da cabasıydı. Kısaca Skyfall, 23 filmlik serinin bu anlamda en başarılı filmiydi. Hal böyle olunca da devam filmi için Sam Mendes ve ekibinin önünde oldukça yüksek bir çıta oluştu. Bu yüzden amaç belliydi: "Skyfall'dan daha büyük, daha iyi."

Tarihi yeniden günümüze alırsak karşımızda Skyfall'dan daha büyük bir film var: Spectre. Öyle ki modern Bond filmlerinin hepsiyle bağlantılı bir final havasında. Filmin isminin de önemi büyük. Zira Sean Connery ve George Lazenby'li ilk Bond filmlerinde karakterimizin başını bir hayli ağrıtmış olan SPECTRE (Special Executive for Counter-intelligence, Terrorism, Revenge and Extortion), dünyanın her tarafına ahtapot misali uzanmış, pek çok saldırıyla ilintili ve her mevkide bağlantıları olan bir terör örgütü. Her türlü kötülüğü tek bir yerde birleştiren bu örgütün modern Bond filmlerinin bir bağlayıcısı olması anlamlı bir yapı oluşturuyor filmde.


Tabii, SPECTRE olur da örgütün bir numaralı ismi Ernst Stavro Blofeld olmaz mı? Filmin adı ve kötü adamı açıklandığında bence pek çok kişi Christoph Waltz'un Bond'un en büyük düşmanı Blofeld'i canlandıracağını tahmin ediyordu. Oberhauser numarası en başından beri yutulamayacak kadar belliydi. Bu noktada film izleyiciyi şaşırtmadı, bekleneni yaptı. Senaryonun bu kötü adam için söylediği en farklı şey, Blofeld'in bir arka plana sahip olması. Karakterin Bond'a duyduğu nefretin çıkış noktası küçük bir hikayeden geliyor. Tıpkı Skyfall'da Javier Bardem'in canlandırdığı Silva'nın M'e karşı beslediği intikam öyküsü gibi. Ancak Silva'nın intikamının çıkış noktası yaptığı her kötülüğü destekliyordu. Blofeld'in Spectre'ı kurmasının ve örgütü dört filmdir Bond'a ve tüm sevdiği kadınlara karşı kullanmasının arkasındaki neden güçsüz kalıyor. Ama şu da bir gerçek ki, ne olursa olsun 007 ve Blofeld'in tüm alamet-i farikalarıyla yıllar sonra karşı karşıya gelmelerini görmek heyecan verici bir deneyim. (Zamanında Blofeld istiyoruz diye az mı bağrınmadım?)


Spectre da eski usülcülük yapıp Bond'un geçmişine selam göndererek Skyfall'un yolundan gidiyor. Yenisi paramparça olan ama her şeye rağmen ayakta kalmayı kalmayı başaran klasik Aston Martin buna güzel bir örnek. Kötü karakterin kendi mekanınında Bond'u gezdirmesi ve düşmanı olduğunu bile bile tanıtımını yapması da cabası. Peki ya "From Russia with Love" tarzı tren sahnesine ne demeli? Harikulade. Ayrıca yeniden erkek M'li, Q'lu, Moneypenny'li bir 007 var karşımızda. Ancak eskinin bir tekrarı olarak değil, günümüze başarıyla uyarlanmış olarak izliyoruz bu karakterleri. Bilhassa Ralph Fiennes'ın canlandırdığı M'i Bond'la beraber sahada izlemek çok keyifli. Bu arada serinin eski filmlerinde Bond'un arkadaşı olarak pek çok kez gördüğümüz Amerikalı ajan Felix Leiter'ın adının geçmesi mutluluk verici bir ayrıntıydı. Umarım bir sonraki filmde Felix'i kanlı canlı görürüz. Monica Belluci'nin karakterine gelirsek, kendisi konu için büyük bir önem teşkil etmiyor ama bir "Bond kızı" olarak daha çok prestij rolünde izliyoruz oyuncuyu. Lea Seydoux'un oynadığı Madeleine Swann ise Casino Royale'in Vesper'ı Eva Green'e bir alternatif olmayı başarıyor. İki Bond kızı da Daniel Craig ile başarılı bir uyum yakalamış. Ayrıca BBC Sherlock'tan tanıdığımız Andrew Scott'ı Moriarty tarzı bir hikayede kullanmaları hoşuma gitti. Ama ne var ki gerçekte SPECTRE'ın bir parçası olduğunu görmek tahmin edilebilir bir hamleydi.


Filmin tonuna Skyfall havası hakim. Roger Deakins'ten görevi devralan görüntü yönetmeni Hoyte van Hoytema önceki filmin karelerini aratmayacak kadar iyi bir iş çıkartmış. Sam Mendes'in sihirli dokunuşu yine kendini hissettiriyor. Özellikle filmin daha çok beğendiğim ilk yarısında seyir keyfi bir hayli yüksek. Meksika'da geçen tek plan olarak çekilmiş açılış sahnesi Skyfall'un İstanbul'da geçen açılışından her şeyiyle üç dört gömlek daha üstün. Bond ve Oberhauser'ın ilk karşılaştıkları sahne de çok iyi çekilmiş. Keşke bu sekansı fragmanlarda göstermeyip filme saklasalarmış.

Özetlersek Spectre, amaçlandığı gibi "Skyfall'dan daha büyük" bir film. Peki "daha iyi" mi? Yer yer. Ama bütüne bakıldığında sorunları var. İlk yarıdaki dinamizmi ve yaratıcılığı ikinci yarıda devam ettirseymiş, kötü adam hamlelerini biraz daha şaşırtıcı yapsaymış ve Blofeld'in arka plan öyküsünü daha iyi kursaymış filmin Skyfall'un üstüne çıktığı rahatlıkla söylenebilirdi. Ancak tüm bunlara rağmen vaat ettikleriyle, muhteşem ötesi introsuyla, müzikleriyle, görüntü yönetimiyle, oyuncularıyla ve de bazı sorunlarını gözardı edersek senaryosuyla izlemesi oldukça keyifli bir yapım. Eğer Bond hayranıysanız bu hazzın daha da artacağı kesin.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bu "The Batman" Bir Başka

Bir Sherlock Holmes İncelemesi

Mission: Impossible III (2006)